Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Forumu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

SİNEKRİTİK

Aşağa gitmek

SİNEKRİTİK Empty SİNEKRİTİK

Mesaj  Admin Çarş. Mart 19, 2008 3:17 pm

Sinema eleştirileri bu bölümde...

Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 168
Kayıt tarihi : 09/03/08
Yaş : 37

https://hukukmarmara.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

SİNEKRİTİK Empty Geri: SİNEKRİTİK

Mesaj  Admin Çarş. Mart 19, 2008 3:45 pm

CENGİZ HAN (MONGOL)

Farklı Bir Cengiz Han!
Tarihi figürler ile onlar hakkında yazılan kitaplar, çizilen resimler ve çekilen filmler arasında hep farklar olmuştur. Figürün şöhreti fazlaysa aradaki fark da artar. Zira, bu figür, yaşadığı toplumu aşıp tüm dünyanın belleğinde yer edecek kadar ünlüyse, epey de düşman kazanmıştır. Dolayısıyla aradan geçen zaman diliminde dostun düşmanın ortaya koyduğu eserler de farklılaşır.

Figürümüz Moğol İmparatarloğu’nu kurup Dünya’nın en büyük fetihlerine imza atan Cengiz Han. Resmi tarihi hep kazananların/hayatta kalanların yazdığından hareketle Batı dünyasında kendisinden “barbar” diye söz edilmesine, kendi coğrafyasında ise milli kahraman olarak kabul görmesine şaşmamalı.

Yazımıza böyle bir giriş yapmamızın nedeni, Kazakistan’ı bu yılki Oscar’larda temsil eden filme yöneltilen en ciddi eleştirinin de bu noktayla alakalı olması. Filmin senaryosu, tartışmalı Rus tarihçi Lev Gumilyov’un eserlerinden esinlenilerek yazılmış. Gumilyov, tartışmalı biri çünkü resmi tarihin dışına sapan düşüncelere sahip. “Yeni Avrasyacılık” olarak bilinen akımın öncüsü ve ilgi alanı Asya’da kabile hayatı süren kavimler..

Durum böyle olunca, Batı’da öğretilen “Cengiz Han” ile filmdeki “adam” arasında dağlar kadar fark var. “Gittiği her ülkede, ordusunun yağmalamalarına izin veren, önüne gelen her kadına bizzat tecavüz eden, böylece sayısız çocuk yaparak tohumlarını Dünya’nın yarısına saçan adam” gitmiş, yerine “kaçırılıp hamile bırakılan karısına ve ondan doğan çocuğa sahip çıkan, o dönemde görülmemiş şekilde kadını için savaş açan, düşmandan elde ettiği ganimeti askeriyle paylaşan, eşitlikçi, onuru için yaşayan, ermiş suratlı bir zat” gelmiş.

Asya’da geniş bir coğrafyada bölünmüş halde yaşayan Moğol kabilelerinden İmparatorluk yaratan bir askeri deha, bir toplum mühendisi olduğunu düşmanları bile inkar etmiyor zaten. Lakin filmde çizilen karakter, “iyi bir insan” portresinin de ötesinde, sanki ilahi özellikleri bulunan biri. Takatı kesildiğinde bile kılıcı kendi kontrolünün dışında düşmanlarını doğruyor, Budist rahipler onu rüyalarında görüyor, Tengri/Gök Tanrı’dan bile korkmuyor; kendi deyimiyle tüm Moğollar arasında “istisna” bir tip.

Bu seçilmiş kişinin, küçük bir çocukken kendisine eş seçmesiyle başlıyor hikaye. Kağan olan babası düşman kabileler tarafından zehirlenince başa geçirilmek yerine öldürülme tehlikesi yaşıyor: tek başına kaçıyor ve koca bozkırlarda tam da Gumilyov’un mest olacağı şekilde doğayla yapayalnız kalıyor. “Kaçacağı yer kalmadığı için” korkmayı bırakıyor, Gök Tanrı’yı tanıyor.

Sonrasındaysa birden 30’larını çoktan geçmiş koca adam olup çıkmış bir halde perdede beliriveriyor. Bizim eleştirimiz de bu noktada başlıyor. Ünlü Japon oyuncu Tadanobu Asano’nun devreye girdiği bu yetişkin Timuçin portresi sanki çoktan Cengiz Han olmuş da uzatmaları oynuyor dedirtecek cinsten. Fazla bir aşmış, fazla bir bitirmiş. İleride Cengiz Han olacak bir adamın, tüm bilincinin şekillendiği o toy döneme, o kritik geçiş dönemine daha çok vakit ayrılsaymış keşke. Timuçin’in bu kadar iyi nasıl savaşabildiği, neden karısına bu kadar tutkuyla bağlandığı, neden tüm kabileleri birleştirme gibi bir hayalinin olduğunu bilmiyoruz. Film de buna yanıt aramak yerine daha en baştan tarafını seçiyor. Tanrısal bir “kurt bakışı”yla Timuçin’in kaderinin en baştan çizildiğini anlatıyor. O yüzden kılıcı onu yalnız bırakmıyor, o yüzden Budist Rahip onun için çölleri aşıyor, kendisinden kat be kat güçlü ordulara sahip düşmanlarını o yüzden yenebiliyor.

Yönetmen Sergey Bodrov’un bu savaş sahnelerindeki hünerini özellikle belirtmemiz gerekiyor. Oliver Stone’un Alexander’da düştüğü içler acısı durumdan eser yok. Sanki Çağrı ya da Braveheart’tan fırlamış gibi duran bu sahnelerde farklı bir estetik var. 10 yıl önce Rusya adına yarışıp kazanamadığı Oscar’a bu yıl da Kazakistan’la ulaşmaya çalışıp yine eli boş dönen Bodrov, sinematografik açıdan ustalığını konuşturmuş.

Bir parantez de Cengiz Han’ın önce kankardeşi ardından düşmanı olan Jamukha rolünde son derece çarpıcı bir performans ortaya koyan Çinli aktör Honglei Sun için açmak gerek. Asano ile birlikte oynadığı sahneler, rol arkadaşından rol çalmanın ötesinde Jamukha karakterinin Timuçin üzerindeki ağırlığını yansıtması açısından da önemli.

Bodrov’un Mongol’u Cengiz Han üçlemesinin ilk halkası olarak tasarladığını da belirtelim. Tarihe ya da biyografik filmlere meraklı olanlar, bu filmde aradıklarını büyük ölçüde bulacaklar. Zira hem çektiği filmi, hem de uğruna film çektiği figürü çok seven bir yönetmenin, hele de işinin ehliyse size nasıl bir sinemasal lezzet tattırabileceğini mutlaka gidip görmeniz lazım.
*Orkan Şancı

Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 168
Kayıt tarihi : 09/03/08
Yaş : 37

https://hukukmarmara.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

SİNEKRİTİK Empty Geri: SİNEKRİTİK

Mesaj  Admin Çarş. Mart 19, 2008 3:48 pm

HAYATTAN KORKMA

Hayattan Korkmayanlar!
Televizyon kökenli Berrin Dağçınar’ın ilk sinema filmi Hayattan Korkma, bir formül işi. Bir kasabada, hasta bir çocuğun tedavisini sağlamak için elele verip mücadele eden bir grup insanın kâh güldüren kâh ağlatan öykülerini anlatmayı amaçlıyor. Bu, özellikle bizim insanımızın, kolaylıkla bağ kurabileceği bir şablon. Altına yerleştirilen politik zemin de öyküye sağlam bir iskelet sağlıyor. Peki, nedir bu politik zemin dediğim ve kanımca Hayattan Korkma’yı basbayağı politik bir filme dönüştüren?

Berrin Dağçınar’ın filmi, kapitalizme karşı sosyalist bir alternatifin tarafında duruyor. Hayatlarını sadece kendi ürettikleriyle yetinerek idame ettiren bir grup küçük esnaf, içlerinden birinin giderek görme yetisini kaybeden çocuğunu ameliyat ettirecek parayı bulmaya soyunuyorlar. Fakat bunu da her adımda mevcut kapitalist sisteme alet olmadan, tamamen imece usulü bir düzen üzerinden sürdürüyorlar.

Tabii, nihayetinde yine de imdatlarına bir marka olma şansının, bir para babasının yetişmesi, gözardı edilemeyecek bir çelişki. Ama onlar yine de kendileri olmaktan vazgeçmiyor, kendi alıştıkları düzenleri dışında bir çaba göstermiyorlar.

Yeni bir şey söylemese bile, bu elbette hoş bir çatı ve tüm zaaflarına rağmen filmi kayda değer bir perspektife oturtuyor. Ama işin siyasi duruş dışındaki niteliklerine dair aynı derecede olumlu yorumlar yapamayacağım.

Her şeyden önce, bu sosyalist tavır uğruna, yönetmenin karakterlerini saflık düzeyinde naif bir şekilde çizmiş olmasını can sıkıcı buluyorum. Bugün, kırk küsur milyar gibi yüksek ama astronomik olmayan bir meblağa mal olacak bir ameliyat için para bulma telaşına giren herhangi bir ailenin ilk yapmayı düşüneceği şey, banka kredisi almanın yollarını aramaktır sanırım. Her gören esnafın haklı olarak kahkahalarla güleceği çocukça poşetler içinde peynir ekmek satmak değil. Hele ki çevrelerinde, ekonomi okuyan kız arkadaşıyla boy gösteren, kent soylu olma heveslisi bir üniversite öğrencisi akıl hocalığı yaparken…

Bu insanların tasvir ediliş şekillerinde yönetmen Berrin Dağçınar ne yazık ki naifliğin sanattaki tehlikeli sınırlarını fazlasıyla geçiyor. Karakterleri ve aksiyonu gerçekçi olmayan bir filme dönüşüyor Hayattan Korkma. Keza bu karakterlerin ve onları canlandıran oyuncuların da filmin bütününde gerçek insanlardan ziyade film insanları gibi hareket ettiğini, film karakterleri gibi tepkiler verdiğini söylemek gerek. Filmin o yoğun ağlatma çabası özellikle bu yapmacıklı oyunculuklarda hissettiriyor kendini.

Hayattan Korkma’yı salt bir sosyalizm masalı olarak görmeyeceksek, karşımızda seyircisinin duygularını manipüle edeceğini düşündüğü her anı ve her aracı olabildiğine sömüren bir yapıt bulunduğunu da görmemiz gerek. Ve söz konusu siyasi söyleminde samimi görsem de bu filmi, öyküleme biçiminde aynı samimiyeti bulamıyorum.

İlk Aşk ya da Güle Güle gibi yakın dönem filmlerinden hiç farkı olmayan ve kendi karakterini oluşturmayan sinema dili, görsel dokusu da zaten kolay bir gişe aracı olmayı amaçladığını belli ediyor Hayattan Korkma’nın. Her türlü televizyon dizisi klişesini barındıran karakterleri, en ufak fırsatta hazır ağlak yüz ifadelerini ceplerinden çıkarıp yüzlerine geçiren aktörleri ve filmin duygusal yükünü gözümüze gözümüze sokan şarkılarıyla, samimiymiş gibi yaptıkça samimiyetsizleşen bir film karşımızdaki. Yarım yamalak işlenmiş, filmin özüyle bütünleşemeyen türlü yan öyküleri de cabası.

Böyle bir filmin Türkiye’de izleyici olarak şüphesiz belli bir karşılığı vardır ve muhtemelen, o izleyici kitlesi içinden, bu yorumlarımdan sonra bana mail vb. yoluyla sayıp sövecek bir iki tanesi yine çıkacaktır. Ama seyircisinin duygularını bu derece zoraki yöntemlerle sömürmeye çalışan her filme karşı benim vereceğim tepki aynıdır. Hayattan Korkma, siyasi duruşuna -tüm naifliğine rağmen- sempatiyle baktığım ama bir sinema eseri olarak tahammül göstermekte zorlandığım türde bir yapımdır. Yine de en azından, sinemamızda gitgide daha önemli bir karakter oyuncusu olarak dikkat çeken Hakan Boyav’ın başarılı performansını filmin bir artısı olarak gösterebilirim.
*Ali Ercivan

Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 168
Kayıt tarihi : 09/03/08
Yaş : 37

https://hukukmarmara.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

SİNEKRİTİK Empty Geri: SİNEKRİTİK

Mesaj  Admin Çarş. Mart 19, 2008 3:51 pm

M.Ö. 10.000 (10.000 B.C.)

A.R.O.G.'a Rakip mi?
Büyük Hollywood prodüksiyonlarının Alman yönetmeni Roland Emmerich, sırtını büyük ölçüde dijital efektlere yaslayan, hatırı sayılır bütçeye sahip yeni filmiyle karşımızda.

Bir Emmerich filmiyle karşılaştığımızda öncelikle ne düşünmeliyiz: Büyük patlamalar, büyük setler, büyük görsel-işitsel efektler (Kurtuluş Günü), büyük canavarlar (Godzilla), büyük felaketler, mahvolan büyük yapılar (Yarından Sonra).. Kısacası “boyut” fetişisti bir yönetmenle karşı karşıyayız. Bu açıdan, kamerasını bu kez milattan epey önceye çevirmesi, bizde ister istemez merak uyandırmıştı. Acaba eski zamanların o dev yaratıklarının karşısında insanoğlunun aczini ve bu dünyada ayakta kalmaya çalışan saf bir aşk ve kahramanlık hikayesi mi izleyecektik? Mel Gibson’ın Apokalipto’sunda olduğu gibi, “eski” bir öyküyü o zamanın dilinden mi dinleyecektik? Gibson’ın izleyici üzerinde yarattığı “gerçeklik tutulması”nın aynısını mı yaşayacaktık?

109 dakikalık filmde, görsel efektli sahnelerden geriye kalan sürede, gerçekten de bu türden bir aşk ve kahramanlık hikayesiyle karşılaşıyoruz. Hikayeyi biliyor olmalısınız. Gücünü büyük ölçüde kabilenin spiritüel lideri Yaşlı Ana’nın kehanetinden alan bu macera, ilginçliğini daha ilk dakikalardan itibaren yitiriyor. Ömer Şerif’in dış sesinden bile daha iyi İngilizce konuşan(!) Yagahl kabilesinin üyelerine hızla yabancılaşıyoruz. Training Day'den beri çok sevdiğimiz Cliff Curtis’in geleneklere bağlı Tic-Tic karakterine bile ısınamıyoruz. Filmin bir yerinde, karşılaştıkları diğer kabile üyelerine “dilimizi nerden biliyorsunuz” diye sorarken utanmaz mı insan!

Peki, gerçeklik tutulması beklentimizi en aşağıya çekelim ve milattan önce İngilizce konuşan adamlarla dolu bu filme bir şans daha verelim. Yılda bir kez geçen mamut sürüsünü avlayarak hayatta kalan Yagahl kabilesinin dışlanmış genci D’leh, mavi gözlü güzel kız Evolet’ine kavuşabilecek cesareti gösterebilecek mi? Emmerich, ikisi arasındaki imkansız aşkı, ”eğer cesaret varsa her şey mümkün” düsturu üzerinden hünerlice anlatabilecek mi?

Bu beklentilerle filme gidenleri “büyük” bir felaket filmi bekliyor olabilir. Emmerich, efekt departmanıyla mamutların sürü halinde hareketini inandırıcı kılabilme konusunda o kadar kafa yormuş olmalı ki, bu filmde karakterlerine verdiği önemin Kurtuluş Günü'nün bile gerisinde kaldığını söylersek, demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Dahası onca emeğe rağmen, görkemli piramit inşaatı sahnesi dışında tarihin bu denli eski bir zamanının gözümüze hiç de “eski” gelmemesi ilginç değil mi?

Piramitlerle, mamutları ve her nasılsa birbirine komşu beyaz-siyah insanları aynı döneme denk getiren kolaycı bir zeka var karşımızda. Zecharia Sitchin kronolojisine göre Büyük Tufan’dan sadece bin yıl sonraya gelen, neresinden bakarsanız bakın daha ortada Sümerler’in bile olmadığı bir dönemde yaşayan insanların hayatına dair bir filmin, kurmaca bile olsa daha inandırıcı bir evrende geçmesi gerekmez miydi? Durum böyle olunca, yaşananlar, rasta saçlı bir delikanlının, koca dişli kaplanla “konuşarak” çevredeki kabilelerce “mesih” ilan edilmesi ve ordusunu toplayıp Stargate’den kalma bir tür uzaylıya meydan okuması şeklinde de özetlenebilir.

Filmin bize gösterdiği saygıyı ona aynen iade etmeye devam edip şöyle bitirebiliriz. Woody Allen’den sonra New York’u kendine en çok “mesken” edinen yönetmen olmaya çalışan Roland Emmerich, bu kez “ev”inden çok uzakta. Ortalıkta “büyük” fillerin, kaplanların ve yaratıkların koşturduğu setler kuran Emmerich, herhangi bir drama yapısı kurmaya vakit bulamamış olacak. Dahası aşk ve kahramanlık –onun deyimiyle- insanlığın başlangıcından beri var olan kavramlar evet ama “asıl eski olan” tüm bu efekt cümbüşüne rağmen kendi sineması.
*Orkan Şancı

Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 168
Kayıt tarihi : 09/03/08
Yaş : 37

https://hukukmarmara.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz